Cahilliğin karizması ve halkın yükselttiği karanlık….
İbrahim Tatlıses ve Hülya Avşar gibi figürler Türkiye’de hem hayranlık uyandıran hem de yoğun eleştirilere maruz kalan popüler kültür ikonları.
Bu tür figürler genellikle toplumun geniş kesimlerine hitap ettikleri için inanılmaz olumsuz etkiler yaratırlar.
“Varoş zihniyetin önünü açmak” meselesi.
Tatlıses gibi isimler, gecekondu mahallerinden çıkıp şöhrete ulaşan kişiler olarak, alt sınıfların temsilcisi konumuna geldi.
Bu durum bazı kesimlerce “umudun ve yükselmenin sembolü” olarak görülürken, bazıları tarafından da düşük kültürel standartların meşrulaştırılması olarak algılandı. Yani, toplumda hâkim olan “yükselebilirsin ama kendini geliştirmene gerek yok” fikrini bu halka empoze ettiler.
Cehaleti”değer” gibi sundular.
Bu figürlerin, zaman zaman eğitime, bilgiye veya entelektüel gelişime mesafeli duruşları ya da popülerliklerini “samimiyet” adı altında cehaletle yoğurmuş olmaları, bazı izleyicilerde bilgiye değil şöhrete dayalı bir başarı algısı oluşturdu.
Bu da eğitim yerine “ünlü olma” arzusunun ön plana çıktığı bir kültürel atmosferi besledi.
Bu figürleri sadece cehalet yaymakla sınırlamak eksik olur.
Tatlıses’in müzikte,
Avşar’ın sinemada veya TV’de yarattığı etkiyi tamamen olumsuz okumak tek boyutlu olur. Özellikle yoksul kesimlerin temsiliyet bulduğu nadir figürler olmaları, bu kişilere yönelik sevginin sosyolojik temelini açıklıyor bizlere.
Evet, bu figürler her zaman için cehaleti estetikleştirmiş, “ne kadar kültürsüzsen o kadar halktan ve başarılısın” algısını yaydılar.
Ancak bu, sadece onların tercihiyle değil, toplumun kültürel talepleriyle de şekillenmiş bir durumdur.
Yani sorun sadece “sunanda” değil, bunu tüketen kitlede ve bu kültürü yönlendiren yapısal dinamiklerde de aranmalıydı.
İşte biz bunu farkedemedik….